Kadın konusu, kendine ait modernleşme tecrübesi olmayan hemen her toplumda netameli bir konu olarak görülür. Kültürel emperyalizmin Batı dışı toplumlarda yarattığı travmanın varlığı, bu toplumların, en hassas ve mahrem alan olarak gördükleri aile ve kadına dair politikalara yaklaşımında bu bilinçaltını bilinç üstüne daha hızlı bir şekilde çıkarır. Bu durum, Batı dışı toplumların tarihsel hafızalarında yer eden, Batı paradigmasıyla her karşılaşmalarının bir kuşatılma olarak gerçekleşmesi gerçeğinden dolayı anlaşılabilirdir. Zira dünü, bugün ve yarını aynı anda tecrübe etmek zorunda kalan ülkelerin ödünç aldıkları Batı paradigması çoğu zaman protez kimliklerin oluşmasına neden olmuştur. Esasında bu durum bir kültürel tıkanmadır ve bu tıkanma kültürel yarıkların oluşmasına neden olmaktadır. Kültürel yarılmanın oluşturduğu zıtlığın bir tarafında geleneği ne pahasına olursa olsun korumaya çalışan yaklaşım; öte tarafında ise geç kalınmış bir ilerlemeye koşar adım giderken gözden düşen bir geçmişi geride bırakan Batı’ya teslim olmuş reaksiyoner tavır yer alır. Fakat bu tavır, geleneksel kültürlerin kadına yönelik ayrımcılığı ve tahkiri kavileştiren olgularla yüzleşmeyi de zorlaştırır. Bir tarafta tarım toplumuna ait geleneksel aile rollerini sanayi toplumu gerçekliği içerisinde sürdürmekte zorlanan bir gerçeklik dururken, öte yanda bu duruma dair çözümlemeler ve çözümler üretmek yerine savunma hattında duran bir bilinç, üstü örtük olarak beslenir.
Kavramlar üzerinde tartışmak ve kavramların kökenleri, ideolojik bagaj yüklerinin göndermeleri hakkında analizler yapmak sosyal bilimler için vazgeçilmezdir. Teorik düzeyde yapılan tartışmaların gündelik olana tesirinin başladığı noktada ise artık belli bir disiplin ve akademik sabitelerin oluşturduğu kontrollü alanın dışından sesler yükselmeye başlar. Bu aşamada artık teori pratik sahada sınanır, itirazlar daha kalabalık bir kitlede akis bulur ve bu tartışmalar yer yer kakofoninin dünyasında gerçekleşir. Oysa tam da bu nokta, yani krizin açığa çıktığı safha, teoriyi yeniden gözden geçirmeye imkân sağlayan bereketli bir memba olarak görülebilir. Son birkaç aydır yukarıda kabaca bir safhalandırma ile tasvir ettiğimiz süreci toplumsal cinsiyet eşitliği (gender equality) kavramının farklı veçheleri ile tartışılmasında görmekteyiz.
Gender, sosyal bilimlerde, özellikle feminist kuram içerisinde, elli yıldan fazla bir süredir önemli yer tutan bir kavramdır. Kadın ve erkekler arasındaki ilişkilerin ve rol dağılımının biyolojik farklılıklar tarafından değil, siyasi, sosyal ve ekonomik yapılanmalar tarafından belirlendiğini iddia eden toplumsal cinsiyet kuramı, bu rollerin ve ilişkilerin değiştirilebilir ve eşitlikçi bir biçimde yeniden yapılandırılabilir olduğunu söyler. Bu yaklaşıma göre biyolojik cinsiyetin insan davranışlarında ve sosyal yaşamın organizasyonunda düşünülenden daha az belirleyiciliği vardır.
Günümüzde bu kavram, sosyal bilimlerin konusu olmayı aşarak uluslararası hukuk metinleri ile küresel bir politika hâlini almıştır. Kadının cinsiyetinden kaynaklı ayrımcılığa uğramasına engel olmak iddiasıyla küresel çözümlerin odağında duran ve ana akımlaştırılan kavramın, BM ve Avrupa Konseyi sözleşme metinlerine girmesinin oldukça tartışmalı bir süreç sonucunda gerçekleştiğini hatırlamakta fayda var. Sözleşmeler imzaya açılırken, bazı ülkeler toplumsal cinsiyet düşüncesinin insan biyolojisinin toplumsal olarak yeniden dizayn edilmesi olarak görerek, kavramı muğlak ve insanlığın varoluşuna bir saldırı olarak nitelendirmişlerdir.
Yaklaşık 25 yıl öncesine dayanan bu tartışmaların benzerini yakın zamanda ülkemizde de müşahede ettik. Ülkenin çok önemli iki kurumu MEB ve YÖK tarafından yapılan açıklamalar, bu tartışmaların bizdeki gecikmiş versiyonları olarak görülebilir. YÖK’ün açıklaması bu yönüyle tam olarak kavramın kamuoyunda oluşturduğu rahatsızlığı vurguluyordu. Hatırlarsak, YÖK, ‘murat edilenin dışında farklı anlamlar yüklendiği, toplumsal değerlerimiz ve kabullerimizle mütenasip olmadığı ve toplumca kabul görmediği’ gerekçesiyle, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği projesi kapsamında üniversitelere gönderilen ‘Tutum Belgesi’nden ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ kavramının çıkarıldığı açıklamasını yapmıştı. Bu alanda yapılacak çalışmalara artık ‘Adalet Temelli Kadın Çalışmaları’ anlayışı içerisinde devam edileceğini deklare etmişti.
Kavramlar, kültür taşıyıcısıdır. Kelimeler, içinde doğdukları kültürün ve zamanın izlerini taşırken, içinden geçtikleri kültürlerin ve zamanın izleriyle aşınırlar. Bu yönü ile “Gender” kavramının, feminist kuramın kundağında, aydınlanmanın eşitlikçi çocuğu olarak dünyaya geldiği dün ile bugünü arasında farklılaştığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunu, postmodern feminist kuram içerisinde artık bu kavramın günümüzde biyolojik cinsiyeti aşındırmak için iyi bir araç olmaktan çıktığı, hatta kavramın ‘sadece kadın ve erkek ile sınırlı biyolojik cinsiyet’ anlayışını kavileştirdiği eleştirilerinden de anlayabiliriz. Günümüzde birçok ülkede kavramın, kadının cinsiyetinden dolayı ayrımcılığa maruz kalmasını engellemek için kullanılmasını bu bağlamda değerlendirebiliriz.
Kavramların içeriklerinin yerlileştirilmesini ve bu şekli ile girdiği coğrafyada yerleşik hâle gelmesini olanaklı kılan en önemli etken, güçlü bir yerli kültür ile karşılanmalarıdır. Aksi takdirde, kavram, içerisinden geçtiği kültürün sabitelerini aşındırarak yerleşik hâle gelir. Bu bağlamda “gender” kavramı biyolojik kimliğin tüm kültürlerdeki güçlü varlığından nasibini almıştır, denilebilir.
Kadınların toplumsal hayattaki konumları, yaşadıkları coğrafyanın ve çağın ötesinde, içlerine doğdukları medeniyetin kodlarıyla şekillenir. Bugünün normları ile geçmişe tutulan projeksiyonda Hint kültüründen Çin’e, Arap toplumundan Batı coğrafyasına uzanan tüm coğrafyada kadınların ikincil bir konuma itildiğini görüyoruz. Bu döngünün kırıldığı nokta olarak, bu konuda güçlü normlar koyan İslam medeniyetinin ortaya çıkışını ifade edebiliriz. Batı dünyasında ruhu olup olmadığı tartışılan, Uzak Doğu’da isim dahi verilmeyip bir, iki, üç şeklinde sayılarla çağrılan, Hint kültüründe kasırgadan, ölümden, zehirden ve yılandan daha kötü bir mahlûk olarak tasvir edilen kadın, İslam kültüründe çok özel bir önem kazanmıştır. İslam medeniyetiyle birlikte kadın, akabe biatında biatı alınarak siyasal yaşamın içerisinde yer alan, miras ve mehir yoluyla mülk edinme hakkı verilen bir konuma yerleşmiş; üstünlüğün cinsiyette olduğu anlayışının yerine takva ölçüsü getirilmiş, kadın ve erkek velayet hukuku ile birbirlerine bağlanmış şahsiyetler olarak konumlandırılmıştır. Bu, insanlık tarihinde açılan bir çığırdır. Batı toplumlarındaki kadınların, zikrettiğimiz haklara ulaşabilmesi için en az bin üç yüz yıl beklemeleri gerekecektir. Batı’da kadınlar, İslam’ın kadınlara tanıdığı haklara doğru ilerlerken, maalesef Müslüman toplumlar aynı süreçte atalete sürüklenmiş, sömürgeleştirilmiş, içlerine kapanmıştır. İçindeki cevheri harekete geçiremeyen, bilakis toplumsal taassuplar üreten Müslüman toplumun içinde bulunduğu donmuşluk, günümüzde kadın hakları olarak anılan sürecin Batı menşeli bir terkip olarak zihinlerde yer almasına zemin hazırlamıştır.
Sanayi devrimi sonrası kadın emeğinin ucuz, esnek ve uyumlu iş gücü olarak tercih edilmesi, beraberinde emek sömürüsü ve hak arayışlarını da getirmiştir. Kadın hakları arayışlarının bu yönüyle, iktisadi bir çerçeve içerisinde talep edilen ve şekillenen bir olgu olduğu söylenebilir. Kadınların kitlesel olarak işçileşmesi, devletlerin sosyal politikalarında kadını merkeze alan bir yaklaşımı benimsemesine neden olmuştur. Kadınların kitlesel olarak iş yaşamına katılması, toplumların kültürel değişimlerini hızlandırırken, ülkeler bu değişimleri demografik yapılarının ve ekonomik kalkınmalarının lehine olacak bir yaklaşımla gerçekleştirmeye çalıştılar.
Kadın hakları söylem ve eylemleri, maddeyi merkeze alan küresel kapitalist sistem içerisinde şekilleniyor ve bu formu ile tüm insanlığa ihraç ediliyor. Kadına yönelik ayrımcılığın ortadan kaldırılması için üretilen politikaların uluslararası arenada serdedildiği düzlemde hâlâ sermayenin belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesi için imzalanan Avrupa Konseyi sözleşmesinde yahut ILO’nun aile içi şiddeti iş yerinde önleme mekanizmalarını geliştirme arayışlarında temel etkene odaklandığımızda ana motivasyonun iş verimliliği üzerine kurulu olduğunu görürüz.
Dünya Ekonomik Forumu’nun verilerine göre, tüm dünyada cinsiyetler arası ücret dengesinin yakalanması için 217 yıla ihtiyaç var. ILO, ‘cinsiyete dayalı ücret açığını anlamak’ için analizlerin artırılması gerektiğini söylüyor. BM, 2030 hedeflerinde, kadınların ve kız çocuklarının eğitim, sağlık ve istihdama erişimini kolaylaştırmayı sürdürülebilir kalkınmanın olmazsa olmazı olarak nitelendiriyor. Bu yönüyle kendini sürekli yenileyen kapitalist sistemin kadın emeğindeki sömürüyü ortadan kaldırmaya yönelik küresel arayışları yeni sömürü mekanizmaları üretiyor. Bu arka plan, kadın haklarına bakışımızda konunun önemini azaltan hususlar olarak değil, bilakis kadının yaşadığı her sorunu insanlığın ortak sorunu olarak görmeyi ve bu öneme matuf bir bakışla çözüm geliştirmemizin elzemliğini gösteriyor.
Ülkemizde, kadınların çalışma hayatı içerisindeki durumuna baktığımızda, iyi işlere erişim için iyi eğitimin belirleyici bir unsur olduğunu görüyoruz. Eğitime erişim noktasında cinsiyete bağlı bariz bir ayrım olmamasına rağmen, eğitim sonrası istihdamda kadınların aleyhine bir tablo ortaya çıkıyor. Buna mukabil çalışma hayatında kadına yönelik yapılan birçok çalışma; kadın emeğinin güvencesiz ve düşük ücretli işlerde daha fazla yoğunlaştığını, karar alma mekanizmalarında daha az yer almaya devam ettiklerini, iş-yaşam uyumu sorunundan daha fazla etkilendiklerini, azalan genç nüfus ve kronikleşen bakım hizmetleri ihtiyacı kadınların lehine politikalar üretilmesinin zorunluluğunu ortaya koyarken, kadınların kendilerine yüklenen roller arasında çatışma yaşadıklarını teyit ediyor.
Günümüzde sosyal bilimlerde en çok tartışılan konulardan biri, mevcut küresel kapitalist sistem içerisinde aile kurumunun sürdürülebilir olup olmadığıdır. Çünkü sanayi devriminden sonra, önce erkeğin, ardından kadının ev dışında üretim yapmaya başlaması, geleneksel toplum yapısında, aile içerisindeki görev dağılımlarında radikal değişimlerin olmasına neden oldu. Özellikle, kadının çalışma hayatı içerisindeki yeri güçlendikçe, aile kurumundaki değişimler daha belirgin hâle geldi. Geleneksel toplum yapısında geniş aile formu içerisinde ailedeki birden çok kadının üstlendiği çocuk ve yaşlı bakımı artık çekirdek aile formunda karşılanamaz duruma geldi ve devletlerin politika üretmesi zorunluluk hâlini aldı. Bu durum, aynı zamanda kadının aile içerisinde kilit konumuna da işaret ediyordu.
Kadının ailedeki bu kilit konumuna dair kabaca iki tür yaklaşım belirginleşti. Birincisi, kadın emeğinin yıllarca aile içerisinde sömürüldüğü ve kadının çok fazla yükün altında ezildiği fikrinden hareketle aileyi, kadını zayıflatan bir kurum olarak damgalayan yaklaşım. Bu yaklaşım, küresel kapitalist sistemin genetik kodlarında yer alan sınırsız büyümeyi ve rekabeti merkeze alan yaklaşımın yansımasıdır. İnsan tüm diğer bağlarından azade kılınarak üretim zincirinde bir çark olmaya indirgendiğinde, insan doğasının piyasa şartları içerisinde şekillenmesi bir özgürlük alanı olarak pazarlanır, ki öyle de oldu. Bu mantalite içerisinde aile sürdürülebilir bir kurum değildir. Hatta sürdürülmesini talep etmek, kadının ezilmesini salık vermek olarak değerlendirilmektedir.
İkincisi, kadının çalışma hayatı içerisinde yer almasının aileyi zayıflattığını, dolayısıyla kadının çalışma hayatı içerisinde yer almaması gerektiğini iddia eden yaklaşım. Bu yaklaşım, yaşadığımız neoliberal evrende bir tercih değil, neredeyse zorunluluk hâlini alan çalışma/üretme olgusunun gerçekliğini ıskalamaktadır. Bu yönü ile hem insanın doğasına göre şekillenmeyen çalışma hayatının insan onuruna yakışır şartlara ulaşmasını sağlamak hem de kültür, inanç ve hukuk sistemimizde korunması esas olan aile kurumunu gözeten bir üretim mekanizmasını şekillendirme imkânlarını oluşturmak, başta devlet, emek örgütleri olmak üzere, tüm paydaşlar için bir zorunluluktur.
Çanakkale-Gazze Hattında İnsan-ı Kâmili Aramak
Siyonizmin sponsorları da bedelini ödeyecek
Zorluklar dayanışmayla aşılır, sorunlar örgütlenerek çözülür
Örgütlü gücümüzle tarih yazıyor, yetkimizle kazanım üretiyoruz
Eğitim sisteminin ihtiyacı tamir mi, imar mı?
Salgın sürecinde bir fedakârlık örneği: Eğitim çalışanları
Hakkımızdan azına razı olmadık, olmayız
Pagan kültürden medet uman çağdaşlık
Kamu görevlisi devletin yükü değil, gücüdür
Yeni ufuklardan yeni umutlara
Denetim, kadavraya otopsi değil, hayata koruyucu hekimlik yapmaktır
Fedakârlıklarımızın ham maddesi ideallerimizdir
"Eğitim kovayı doldurmak değil, ateşi tutuşturmaktır"
Seçimimiz daha ideal bir eğitim düzeni içindir
Şiddet eğitimi tehdit ve tahdit ediyor
Yanlışı göstermek doğruyu görenlerin hakkıdır
Bir istiklal ve istikbal meselesi olarak öğretmenlik mesleği
Bugün için umut gelecek için müjdeyiz
Sıralama ve yerleştirme baskısı altındaki ortaöğretime yerleştirme serüvenimiz
Niceliğimizin büyüklüğünü niteliğimizin gücüyle besliyoruz
Yabancı dil öğretimi için önce öğretmen
Cefayla açılan yolu vefayla yürüyoruz
Özel öğretimin hâli ve sorunlarının halli
Tarihin öznesi olmak için paradigmayı değiştirmeliyiz
Millî Eğitim millî eğilime uymalıdır
Hikmet sırrına erebilen üstün zekâlı çocukları tanıma ve yetiştirme davamız
Büyük Türkiye hedefine inanmış 402 bin üyeyle yeni anayasa yolculuğu başlatıyoruz
Muhaciri olduğumuz dünyanın Ensarı olmak
"Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın..."
Öncü medeniyet davasında imam hatip okullarının önemi ve sorumluluğu
Hep birlikte hareketleneceğiz, bereketlenerek büyümeye devam edeceğiz
Şimdi, herkesin kazandığı toplu sözleşmeyi anlatma vakti
Kültür elçisi olarak misafir öğrenciler
'İnsanlığın son adası'nda mesuliyetimiz
Denetimin unvan, imkân ve yetki sorunu
Hayatı Hakk'a uydurmak için bismillah...
Hayatı Durdurmak Kimlerin İşine Yarar?
KYK Artık Sorunların Altını Değil Üstünü Çizmeli
Öğretmenler Neden 'Ek Dersi' Değil de 'Ek İşi' Tercih Ediyorlar?
Dünü Kuşanıp Yarını Kuşatacaklar Buluştu
Yüreği, Kavgası, Sevdası ve Kalemi Güzel Adam
Ya Cumhurbaşkanı Öğretmen Olsaydı!
'Akademik Zam' Yeni Hükümetin Önceliği Olmalıdır
Aynı Sorun Aynı Hata Aynı Tartışma
FATİH Projesi Mesleki Eğitimi Uçurabilir mi?
İmkânsız Diye Bir Şey Yoktur
İHH'ya Hasım Olanlar İsrail'e Hısım Olanlardır
Milli Eğitimin Çağı Dönüştürecek Projesi
YÖK, Teknik Öğretmenleri Duymalıdır
Şafak Pavey'in Merhameti Değil, Rosa Parks'ın Başarısı
Sendikacılığın Öğretmeni Erol Battal
Öğretmenler Zimmetle Karşı Karşıya!
Sayın Bakanım, Bürokratların Öğretmene Neden Zulmediyor?
MEB Hukuk Müşavirliği Başörtüye Serbestliği Hazmedemedi mi?
Onlar Çaresizliklerinden, Biz İse İnsanlığımızdan Utandık
Eğitim-İş’e Acil Şifalar Diliyorum
Kılık Kıyafet Özgürlüğü Eyleminde Dik Duranlar ve Dibe Vuranlar
MEB “Unutan iyileşir” Politikasını Bırakmalı
Milli Eğitim 100 Temel Eseri, Ertuğrul Günay İse Kendini Gözden Geçirsin
Sıddık Ertaş’ın Rosa Parks Duruşunu Kutluyorum
Devletin Sadık Kulları ‘Çiçek Olun’…
Statükonun Mankurtlaşmış Kibirli Bekçilerine
Vali Öğretmenleri Anladı Darısı Hükümete
Çığlıklar Feryada Dönüştü Çözüm: İl Emri
Eğitim-Bir-Sen Neleri Yapmadı?
‘Kamusal Alan’ Koca Bir Yalan!
Bakan Felaket Tellallarını Ters Köşeye Yatırdı
Bakan’ın İçi Burkulmuş, Biz ise Çileden Çıktık
Öğretmenler Bu Kez Himmet Değil Buğday İstiyor
Herkesi Eğitim Müfettişi Olmaya Davet Ediyorum
Bazı Eğitim Müfettişleri İstiklal Mahkemelerine Rahmet Okutuyor!
Özel Harekât Okullara Kaydırılsın (!)
Yalan Namertlerin Cesaretidir
Fişleyen Rektörü ve Dışlanan Doçenti Anlayabilmek…
Kurban Olarak Daha Kaç Okul Müdürü Lazım?
Şeflere “Ötanazi” Uygulanıyor
BT Öğretmenlerinin Sorunları Çözülebilir mi?
Sözleşmeli Yolluğunda Yanlışlar Zinciri!
SENDİKALARIN VE ÖRGÜTLENMENİN ÖNEMİ
Çanakkale-Gazze Hattında İnsan-ı Kâmili Aramak
Bizimle canlanacak nice umutlara doğru
Örgütlü olmanın bereketiyle birleştik, birleştikçe büyüdük ve güçlendik
Psikopatik zevzeklerin kuru gürültüsü
Öğretmenlik Meslek Kanunu iptal davası
FİLİSTİN DİRENİŞİ, MÜSLÜMANLARIN GELECEĞİ VE EMPERYALİZMİN ÇÖKÜŞÜ